İmtihanın İki Yüzü | TIME-BALKAN

İnsan hayatı, sürekli çatışan iki görünmez gücün – çaba ihtiyacı ile sükût ihtiyacının – iç içe geçtiği karmaşık bir manzaradır. Bu gerilim, sadece tesadüfi bir çatışma değil, insan varlığının doğasının derin bir yansımasıdır. İslam, bu dinamiği bir çelişki değil, amel (doğru eylem) ve tefekkür (derin düşünce) adlı iki ayrılmaz direk arasında denge aramaya dair ilahi bir emir olarak görür. Bu ikilik bir engel değil, tek yönlü uçlara sapmaktan kurtulmak için bir çıkış yoludur.
İslam’da eylem ve düşünce arasındaki denge bir ibadet eylemidir. Amel, bizi ayaklarımızla ve ellerimizle dünyada çalışmaya çağırır – aile kurmaya, toplumlar inşa etmeye, zorlukları fırsata çevirmeye, hatta bencillik ve tembellik gibi içsel engellerle mücadele etmeye – bu, nefisle cihat (nefisle mücadele) olarak bilinir. Bu kavram yalnızca fiziksel savaşa indirgenemez; arzu kontrolü, kendini geliştirme ve iyi amellere adanma gibi içsel bir devrimi kapsar. Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle demiştir: “Güçlü olan, diğerlerini yenen değil; öfke anında kendini yenendir.” (Buhari). Fakire yardım etmekten bilgi öğretmeye kadar her iyi iş, ruhsal olgunluğa atılan bir adımdır.
Diğer yandan tefekkür, bizi sessizliğin gölgesine gizler, materyal dünyanın gürültüsünde durup Allah’ın kelamını duymaya ve evrendeki ayetlerini okumaya davet eder. Kur’an bu konuda şöyle der: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için deliller vardır. Onlar Allah’ı ayakta, otururken ve yanları üzerine yatarken zikrederler.” (Âl-i İmrân, 190-191). Doğanın döngüleri, hayatın ritimleri ve Kur’an’ın derinlikleri üzerine tefekkür, açık bir kalp ve sakin bir zihniyet gerektirir. Bu, murakabe (Allah’a karşı içsel dikkat) pratiğidir; sessizlik burada ruhsal bir hareket halini alır.
Bu denge statik değil, dinamiktir — eylem ile varoluş arasında bir dalgalanmadır. Namazda bu denge nettir: hareket (rükû, secde) ile sessizlik, kişinin Yaratıcı ile iletişim kurduğu anlarda birleşir. Hac, Safa ile Merve arasında tekrarlanan yürüyüşleriyle eylem ve sabır arasındaki bu arayışı simgeler. Oruç ise bedeni eğitir (amel) ve düşünceyi derinleştirir (tefekkür).
Bu dengenin bozulması ise tehlikelidir. Düşüncesiz eylemler mekanik bir varoluşa, amelsiz düşünceler ise pasifliğe yol açar. İmam Gazali, meşhur eseri İhya-u Ulumid-Din’de, “amel olmadan ilim” ve “niyetsiz amel”in eksik olduğunu belirtir: Allah’ın huzurunda olma bilinci (ihsan) yoksa her iki hâl de noksandır.
Modern dünyada bu gerilim daha da görünürdür. Maddi başarı ve üretkenlik baskısı, Müslümandan bilinçli bir karşılık bekler. İslam ilerlemeye karşı değildir, ama niyetin (niyyet) ve tevekkülün (Allah’a güven) önemini vurgular. Bir Müslüman, başarılı bir bilim insanı ya da iş adamı olabilir, ama her zaman şu gerçeği hatırlamalıdır: “Güç ve başarı sadece Allah’tandır.” (Kur’an, 8:10). Aynı zamanda Kur’an okumak ya da tefekküre çekilmek gibi dönemsel yalnızlıklar (halvet), ruhun ritmini ayarlar ve kişinin kalbini asıl amacına yönlendirir.
Böylece müminin hayatı iki âlem arasında bir dansa dönüşür – bir ayağı yerde, inşa ederek; diğer ayağı gökte, anlam ve rahmet arayarak. Bu bir uzlaşma değil, amel ile tefekkürün Allah’ın belirlediği ritimle uyumudur. Mevlana şöyle der: “Rüzgarda sallanan bir ağaç gibi ol, ama köklerin toprağa sıkıca bağlı kalsın.” Bu denge bir varış değil, bir yolculuktur — Allah tarafından kutsanmış, çamurdan ve ruhtan yaratılmış, her nefeste ve harekette O’na kulluk etmeye çağrılmış varlıklar olarak.
Çaba, İslam’da bir ibadet şeklidir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Allah birinizin yaptığı işi güzel yapmasını sever.” (Hadis, Taberani). Hayal et ki, bir cami inşa eden işçi sabırla tuğla taşır, bir öğretmen bilgi aktarır, bir anne-baba ailesi için çalışır – hepsi amel ilahisinin bir parçasıdır; her ter damlası bir sadakadır. Ancak Kur’an’ın uyardığı gibi: “İman edenler ve kalpleri Allah’ı anmakla huzur bulanlar. Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28). İşte tam da burada, namazın sessizliğinde veya Ramazan gecelerinin huzurunda, düşüncesiz bir çabanın kokusuz bir çiçek gibi olduğunu keşfederiz.
Bu paradoks şudur: sükûnet olmadan çaba körleşir; çaba olmadan sükûnet sağırlaşır. İbn Ata’illah’ın “dağ ve duvar” benzetmesi bunu anlatır: insan dağa (çabaya) tırmanmalı, ama sırtını imanın duvarına (sessizlik) dayamazsa düşer. İbn Arabi der ki: “Dış eylem, iç eylemin gölgesidir.” İş yerinde zikirden uzak kalan kişi, gafletin boşluğunu hisseder; camide tefekküre dalıp toplum için çalışmayan kişi ise şu emre karşı gelir: “İman edip salih amel işleyenler…” (Kur’an, 2:277).
Bu gerilim, doğanın hatası değil, Allah’ın hikmetinin bir dengesidir. Müminin kalbindeki gizli ders şudur: hayat, “eylem” ya da “sessizlik”ten birini seçmek değil, ikisini bilinçle uyumlu kılma yeteneğidir. Sessizlik, sadece gürültüsüzlük değil; murakabe – niyetlerimizi inceleyen bir aynadır. Çabamız kazanç için mi, yardım için mi? Egonun şanı mı, Allah’ın rızası mı? Bu iç sorgu, dinin faydalı mikrobu gibidir. Nitekim Peygamber şöyle buyurur: “Ameller niyetlere göredir; herkesin karşılığı niyetine göredir.” (Buhari)
Peygamber (s.a.v.) bu gerilimi canlı bir örneğe dönüştürmüştür. Bir yandan aktif bir liderdi: müzakereci, diplomat, sosyal reformcuydu. Diğer yandan her yıl Hira Mağarası’na çekilir, yalnızlık içinde Allah’a yakınlaşmaya çalışırdı. Bu, dünyadan kaçış değil; asıl gayeye dönüş için bir arınmaydı. Risalet görevinden sonra bile teheccüd ile geceleri ibadet etmeye devam etti. Böylece hayatı, sessizlik ile eylemin ilahi bir paraya ait iki yüzü olduğu, hareketli bir mihraba dönüştü.
İmam Gazali de bu ilkeleri dramatik şekilde yaşadı. Hukuk ve felsefe alanında tanınmış bir âlimken, manevi bir boşluk hissetti. Bildiği onca bilgi, şu soruyu susturamamıştı: “Bütün bunlar kimin için?” Her şeyi geride bırakıp on yıl süren bir yalnızlığa çekildi – kendi deyimiyle “dünya seni terk etmeden önce dünyayı terk et.” Bu halvetten “İhya-u Ulumid-Din” doğdu – öğrenme ile yaşama, teori ile pratik arasındaki gerilimden.
Bu denge bir “son çözüm” değil, sürekli bir süreçtir. Nasıl ki rüzgâr ağacın dallarını sallar ama köklerini sökmezse, mümin de amel ile tefekkür arasında hareket eder. Eylemdeyken, kalbin sessizliğini korur. Sessizken, gizli bir eylemin enerjisiyle hazırlanır. Böylece amel ve tefekkür, yolumuzu ve amacımızı aydınlatan ikiz ruhlara dönüşür.
Bugün bu öğreti, zamanımızın uç noktalarına karşı bir ilaçtır. İş üretkenliğinin “yapılan iş miktarı” ile ölçüldüğü bir çağda, İslam bilinçli sessizliğin bir özgürlük biçimi olduğunu hatırlatır. Meditasyonun “stres azaltma aracı” olarak satıldığı bir dünyada, din der ki: Sessizlik, benmerkezciliğe karşı devrimci bir eylemdir. Mesela bir Müslüman, çalışma gününün ortasında namaz için durduğunda, sadece ibadet çağrısında bulunmaz, aynı zamanda kendini de hakikate döndürür: Zaman ve başarı Allah’ın bir lütfudur.
Allah’ın hikmeti bu yaratıcı gerilimde saklıdır. Nasıl gece ve gündüz yaratılışın ayrılmaz döngüleriyse, çaba ve sessizlik de aynı kalbin iki vuruşudur. “Dünyada olup, dünyalı olmamak” bir çelişki değil, insan olmanın davetidir: savaşmak, yanılmak, affetmek ve yeniden başlamak – her daim O’nun merhametinin gölgesinde.
Sonunda bu bir savaş değil, Kur’an’ın davet ettiği bir tevazu (denge) halidir: “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.” (Bakara, 2:153).
Tıpkı Hac’da Kâbe etrafındaki tavaf gibi – yürüme ile durma arasındaki sürekli bir dalga – Müslüman hayatı da her ikisiyle uyum içinde olmalıdır. Çünkü, kutsi bir hadiste şöyle buyrulur:
“Allah, sakınan ve iyilik yapanlarla beraberdir; sabredenlerle beraberdir.” Ancak çaba ile sessizlik, Allah’ın iki ayeti olarak birbirini kucakladığında hakiki bir şey doğar: Gayba iman (görünmeyene iman).
Haberlerimize yorumlarınızı bekliyoruz.