REKLAM ALANI

Akıl çok büyük bir lütuf, ama aynı zamanda korumasız; aklı, iman korur

Akıl çok büyük bir lütuf, ama aynı zamanda korumasız; aklı, iman korur
REKLAM ALANI

Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’ü ziyaret eden emekli öğretim üyesi ve yazar Prof. Dr. Sadettin Ökten ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Yahya Kemal Beyatlı ve Üsküp’ten medeniyet tasavvurumuza, Gazze’deki soykırımdan yeni nesillerin üzerine düşen vazifelere kadar geniş yelpazede gerçekleştirdiğimiz derin ve samimi sohbeti ilginize sunuyoruz.

TIMEBALKAN ÖZEL

REKLAM ALANI
  • Uluslararası Balkan Üniversitesi ev sahipliğinde düzenlenen Kent Araştırmaları Kongresi kapsamında Makedonya’nın başkenti Üsküp’e geldiniz ve açılış konferansını verdiniz. Yahya Kemal Beyatlı’dan ilhamla yazdığınız iki kitap ve yazılarınız bulunuyor. Yahya Kemal’in doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği Üsküp sizde nasıl çağrışımlar bıraktı? Makedonya ve Balkanlarla ilgili ilk intibalarınızı bizimle paylaşır mısınız?

Biraz heyecanlı ve biraz da mahzun bir dönem geçiriyorum çünkü bundan 113 sene evvel 18 Ekim 1912’de bizim için mutlu olmayan bir macera başlamış idi. Buna Balkan Harbi diyoruz. Harp başlarken Avrupalı devletler statüko bozulmayacak dediler. Tahminler Osmanlı Ordusu’nun Balkan devletlerini galebe çalacağı yönündeydi ama kader öyle cereyan etmedi ve biz buradan ayrılmak mecburiyetinde kaldık.

Yahya Kemal bey Üsküp doğumlu 1884. Selanik’e gitmiş okumak için ama yazları Rakofça’ya geliyor. Orada onun bir lalası var lala Hüseyin. Demek ki 1894-1898, 10 – 14 yaşlar, lala Hüseyin ona kadim akıncıları anlatıyor. Belgrad’ta, Mohaç’ta, Budin’de, Viyana’da, Estergon’da onların hayaliyle yaşıyor. Bir de annesi ona sultanları da anlatıyor. Yahya Kemal bey diyor ki bu sultan Murad hangi sultan Murad’dı bilmiyoruz, ama diyor bir sultan Murad var diyor. Ben sonra okumalar yapınca gördüm ki bu sultan Murad ikinci sultan Murad. Böyle bir macera ve annesi yine ona peygamber efendimiz (sav) çok sevmesini söylüyor. Böyle bir macera ile Yahya Kemal bey 1902’de 18 yaşındayken Paris’e gidiyor. 10 sene Paris’te kalıyor, Paris macerasında kendisinde ciddi bir dönüşüm oluyor. Hatta şöyle söylemiştir; Ben Osmanlı toprağından ayrılırken vapur Selanik’e uğradı, o zaman Selanik Osmanlı memleketi. Oraya kadar acaba beni tutuklayacaklar mı?, yaş 18 yurt dışına gidiyorum düşüncesi vardı. Oradan çıktıktan sonra Patras’a uğradı Patras Yunanistan ve oradan çıktım başıma bir fötr şapka aldım, Frenk şapkası ve Paris’e öyle gittim. Bu bana, “ben de bir modernist olacağım” bunu anlattı bunu hatırlattı. Fakat Paris’te geçen bu 10 yıl zarfında öyle bir tarihi maceralar yaşadım, ki öyle bir kültürde yaşadım ki döndüğümde başımda Osmanlı fesi vardı.

1912’nin yazı veya ilkbahar mevsiminde Türkiye’ye dönüyor. O yaz güzel bir yaz geçiyor adada demek ki 28 yaşında o zamanlarda. Fakat ondan sonra hiç ummadık bir şey oluyor ve Balkan harbi 1912’nin Ekim ayında patlak veriyor ve anne vatanından ayrılıyor. Annesi burada metfun. Bu çok etkiliyor şairi ve hayatı boyunca bu büyük hüznü yaşıyor.

Ben buna benzer bir hikayeyi Wassily Kandinsky üzerinden hatırlıyorum. Rusya’da devrim olunca 1917 devrimi Kandinsky Rusya’da barınamıyor ve Paris’e iltica ediyor. Hayatının geri kalan kısmını orada geçiriyor ve o zamanlar o iltica sırasında onun iki tane özlediği şey var. Bir tanesi soğuk karlı ve puslu Moskova diğeri de annesi.

Böyle bir hatıralar yuma içinde dün akşam geldik. Bugün sabah kongreye iştirak ettik. Sonra dostlar bizi aldılar Maarif Vakfına götürdüler. Ondan sonra üniversiteye tekrar döndük. Sayın rektörle uzun bir görüşme yaptık, çok faydalı geçti. Ondan sonrada iki ziyaret yaptık biri Sultan Murad Cami ve İshak Bey Cami şimdi de buradayız.

  • Hayatımda çok önemli yer eden, sık sık kendime hatırlattığım özellikle de geleceğe dair umutsuzluğa kapıldığım dönemlerde bana dayanak veren bir sözünüz mevcut: “Hayat, gerçek dünyanın bu dünyada iken inşa edildiği en kıymetli varlığımızdır.” Yine sizin deyiminizle “yeni insanın ecdadı kadar mütevekkil olmadığı”, modernötesi ve enformasyon çöplüğünde yaşadığımız bu dönemde bu tasavvuru nasıl daha canlı tutabiliriz?

Bu pratik olarak çok zor bir uygulama. Ama biz şimdi şunu hiçbir zaman unutmayacağız. Biz inanıyoruz, bizi yaratan ve bize bu imkanları bahşeden vücut, akıl, ömür, zaman, idrak, duygu bir Rabbi Teala var. Biz onun emirlerine uymak nehiylerinden kaçmak mecburiyetindeyiz.

Dolayısıyla hangi şartlarda olursak olalım, ona iltica ettiğimiz anda ve ona dua ettiğimiz anda kendimize onun yeryüzündeki bir halifesi olarak görmememiz için hiçbir sebep yok. Hatta ben biraz daha şaka yollu “Biz küçük halifeleriz, halifecikleriz” diyoruz kendimize.

Geçende bir mahfilde konuşurken namaz bahis konusu oldu, cami, cemaat, imam. Ben dedim ki mihraptaki imam peygamber efendimizin temsilcisi, peki cemaat kim? Ben de cemaatten biri olarak, ben de peygamber efendimizin imamet ettiği ashabın bir temsilcisi olabilmeliyim. O zaman bir anda omuzuma çok ağır bir yük yüklendi. Dolayısıyla hem halifeciyiz hem de küçük bir cemaatin küçücük bir üyesiyiz. Böyle düşündüğünüz zaman tabi ki bu enformasyon çöplüğü her zaman için var, şimdi çok daha var ama bize iltica edecek, eski tabiriyle kuvve-i maneviyemizi, ona şimdi moral diyorlar, yükseltecek diri tutacak bir mecra çok rahat açılıyor diye düşünüyorum. Böyle baktığınız zaman hayata, Allah sizin kalbinize bu hayatı yaşayacak, bu hayatı yüklerine karşı tahammül gücü verecek bir imkan, bir enerji, bir kudret de lütfediyor aksi halde ben bu yaşımda niye Üsküp’te olaym yani. Kısmet böyleymiş diyoruz.

  • Önümüzdeki dönemde hiç Yahya Kemal, Mehmet Akif ve yakın dönemden de sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi şairlerimiz olmayacak gibi hislere kapılıyorum. Siz, “Şiir, hayata ve varlığa bedel bir uğraştır, şair de bu bedeli ödemeye gönüllü kişidir. Bedavaya hatta ucuza ne şiir olur ne de şair olunur” diyorsunuz. İletişim araçlarının ucuz sohbetin “pahalı”, bakmanın ucuz görmenin “pahalı”, dinlemenin ucuz duymanın “pahalı” olduğu zamanlardan geçerken bedel ödemeye gönüllü kişiler mi ortadan kayboluyor yoksa bizler mi?

Şöyle söyleyeyim, ‘marifet iltifata tabi müşterisiz meta zayi’. Bu bir atasözü gibi bir beyit aynı zamanda. Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir. Ancak, buradaki iltifat hangi iltifat bunu düşünmemiz lazım. Toplumun iltifatı mı yoksa iltifatına hayran olunacak, iltifatına talip olunacak ah bana bir iltifat nazarıyla baksa denecek bir seçkinin iltifatı mı? Bunu iyi düşünmemiz lazım.

Böyle düşündüğümüz zaman tabi ki bizim nazarımıza çok seçkin insanların iltifatı çarpıyor. Dolayısıyla böyle baktığımız zaman toplumsal iltifatın çok da önemli olmadığını görüyoruz. Bu tabiri çok sevmem ama kullanayım kelimeyi, “Like” esiri olmaktan kurtarıyor. Bir seçkin beni beğensin, veya o hayatta değilse acaba o nasıl bir yazı yazsam beğenirdi, nasıl konuşsam beğenirdi, nasıl bir duruş sergilesem beğenirdi. Hatta şöyle söyleyeyim iç dünyamdaki duyguları nasıl yönetebilsem hiç daha zahiri bir şey aksetmedi ama iç dünyamdaki duyguları nasıl yönetebilsem “hah şimdi oldu Saadetin efendi” derdi, diye düşünüyorum ve bunu yapmaya çalışıyorum.

O zaman kabiliyet ve nasip noktasından baktığımızda pekala size de bize de eğer o nasip yazılmışsa ve o kabiliyet verilmişse bir Yahya Kemal olma yolu açılmıştır. Olabilirsiniz demiyorum ama olma yolu açılmıştır diyorum. Hiçbir zaman hayatta bedbin olmadım hep nikbin oldum. Bize öyle öğrettiler, ne kadar verilmişse başımızın üzerine deyip öptük başımızın üzerine koyduk. Hatta “Ne verseler ana şâkir, ne kılsalar ana şâd!” diyor şair. Onun için eyvallah diyoruz.

Yahya Kemal’i, Sezai beyi merhumu, Akif’i ve diğerlerini okuduğumuz zaman bize bir ufuk açılıyor. Bu aynı zamanda bize bir edebi zevk seviyesi sağlıyor ve aynı zamanda daha da önemlisi ruhumuzu terbiye ediyor. Ben isterseniz o Fuzuli’yi de ekleyeyim, Yunus Emre’yi de ekleyeyim. Hayatın farklı safhalarında bunlarla olan tanışıklığımız, dostluğumuz, muarefemiz devam ettiği sürece biz hayatı çok daha rahat ve çok daha kolay yaşarız.

Eğer kaderimizde varsa toplum olarak ve biz ona talip isek ve layık isek Cenab-ı Rabbülalemin bir Yahya Kemal de yollar, bir Sezai bey de yollar, bir Akif de yollar. Bundan hiç şüphem yok. Talip isek ve layık isek, bu kadar düşünüyorum ama olanlar iktifa etmeyi de biliyorum.

  • Gazze. İnsanlığımızı sorgulatan, insanlığımızdan hicap ettiren kökleri yıllarca önceye dayanan ve gözlerimizin önünde 2 yıldır gerçekleşen bir soykırım. Buna rağmen devletlerin donukluğu bir kenara tüm dünyadan vicdanlı insanların ayağa kalktığı, boykot ettiği, gemilerle Gazze’ye gitmeye çalıştığı sivil bir başkaldırı. Mütercim Ayçin Kantoğlu, konuyla ilgili “İslam mevcut insan bakiyesinden memnun değil, kendisine yeni bir insan bakiyesi devşiriyor.” Yorumunda bulundu. Sizler de yıllar önce yanlış hatırlamıyorsam TRT yayınında “Bütün insanlara ‘ümmet olarak bakmak lazım. Kimi ümmet-i davet, kimi ümmet-i icabet” diye bir söz söylemiştiniz. Gazze, insanlık ve Müslümanlar hakkında neler söylersiniz?

Çünkü Efendimiz (sav) bütün insanlara gönderilmiştir. Bazı peygamberler bazı ümmetlere peygamber olarak gönderilmiştir, Ad kavmine, Semut kavmine gönderildiği gibi. Resulullah bütün insanlara ta ki kıyamet gelecek olana kadarki bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. O halde bizim vazifemiz, eğer biz ümmeti icabet isek, öyle kendimiz öyle görüyoruz inşallah öyleyizdir, kendimiz hakkında hüsn-i zan ediyoruz ve kendimiz hakkında peşiman oluyoruz ve kendimiz hakkında dua ediyoruz ve iltica ediyoruz ve sonra tabi ki dostlarımız hakkında dua ediyoruz, iltica ediyoruz. Öyleysek, ki öyleyiz, insanları hakikate davet edeceğiz. Hepsi Müslüman olacak diye bir kaide yok, ama davet bizim vazifemiz. Biz bunu yapmakla mükellefiz.

Gazze meselesi. Onu da söyleyeyim size. Modernite yani şöyle söyleyeyim, Cenab-ı Rabbülaleminin ahkamından bir haber bir insan topluluğu veya bildiği halde kale almayan bir insan topluluğu aklının emrindedir. Akıl da çok kolay nefsin hakimiyeti altına düşer. Akıl çok büyük bir lütuf, ama aynı zamanda korumasız. Aklı, iman korur. İman olmadığı zaman akıl çok kudretli bir alet ama direksiyonu kaybeder. Aklı ya kalp yönetecek ya nefis yönetecek. Kalp yönetmediği zaman nefis yönetir. Dolayısıyla akıl hesabını kitabını yapar, nefsin emrine uyar ve bu katliamı yapar.

Peki bu katliama biz şimdiye kadar niye duymuyorduk. Çünkü iletişim vasıtaları bu kadar mütekamil değildi. Eğer şu masada duran cep telefonu olmasa biz bunu yine anlamazdık. Basın kartellerinin, basın teröristlerinin televizyonlarına gazetelerine mahkum olsaydık biz Gazze’yi Akdeniz’in doğu kenarında güzel kumsalları olan bir sayfiye yeri olarak görürdük. Oradaki insanlardan haberimiz olmazdı. İletişim devrimi sayesinde, bu cep telefonu üzerinden kontrol harici, yani dünyanın en kudretli erkleri, iktidarları, matbuatı, basını görsel basını kontrol etmek istiyorlar. Kontrol harici ameller çıktı. Bütün insanlığın vicdanı rencide oldu ve tepkiler ortaya çıktı. İnşallah İslam dünyasının bu zor sınavı da burada bitmiş olur diye düşünüyorum.

Büyüklerimden öğrendiğim şöyle bir usul var. Cenab-ı Allah bize bu, bize derken İslam dünyasına söz ediyorum, tabi ki Gazze ahalisine ciddi bir imtihan sorusu olarak geldi. Bu zor imtihanı bize niçin verdi, biz nasıl bir suç işledik, nasıl bir kabahatte bulunduk ki böyle bir sıkıntıya maruz kaldık diye düşünüyorum.

Ama her zorluğun sonunda bir kolaylık her kolaylığı ardından bir zorluk vardır emri ilahisi mucibince ya Rabbi diyorum inşallah zorluk artık bitmiştir.

  • İbrahim Kalın, “Batı medeniyetinin sözünü tükettiğini, İslam dünyasının ise kendi sözünü aradığını söylüyor. Siz de eski hayatımızda gerçekleştirilen medeniyet tasavvurunun, İslam medeniyetinin Osmanlı yorumu olduğunu ve bunu da “büyük ve kudretli bir ses” olduğunu nitelendiriyorsunuz? Önümüzdeki yüzyılda bu sersin yeni ve umut verici yankılarını duymak ve duyurmak için gençlere ne tavsiyelerde bulunursunuz?

Bu bir metod meselesi, bir usul meselesi. Ben o usulü daha tümüyle zihnimde tebellür ettiremedim. Ama size şunu söyleyeyim sadece gençlere değil kendime de söylüyorum.

Küreselcilerin çizdiği bir hayat pratiği var ve onun arkasında da bir hayat felsefesi var. Küreselcilerin ilkelerinden olabildiğince kendinizi koruyunuz, mahfuz tutunuz kendinizi. Bunun da çok pratik bir yolu var, müstağni kalınız. Yaşamak için küreselcilere muhtaç değilsiniz.

Rezzak-ı Alem sizi besler. Beslemediği zaman zaten canınızı alır. Çünkü tekeffül ediyor kendisi, her yarattığımın rızkını ben temin ederim diyor. Zaten etmezse nakise olur haşa. Cenab-ı Rabbülalemin yarattığının mutlaka rızkını da verir. Kurt, kuş buna dahildir, nebatlar da dahildir. Eğer bir nebat kuruyorsa onun ömrü zaten bitmiştir. İnsanlar da böyledir. Ha biz çalışacağız tabi ki uğraşacağız ama bileceğiz ki biz küreselcilere mahkum ve mecbur değiliz. Buradan başlamamız gerekiyor.

Ondan sonra nerde kalmış isek kadim ve özgün müktesebatımız onu tanıyacağız ve onun üzerine onu aynen tekrarlamayacağız. Dünyanın şartları değişti ama oradaki esasların ruhunu yakalayarak, onun üzerine yeni bir hayat pratiği inşa edeceğiz. Bu kuvveden fiile çıktığında görülecektir ki bu bir tahmin, aynı zamanda bir dua. Çok süratli bir şekilde bizim toplumumuz dönüşecek.

Peki bunu ben nerden çıkarıyorum. Batının akıllı insanları, akıllı modernistleri Müslümanların bu potansiyelini görüyorlar. Bu potansiyelin kuvveden fiile çıkması onları çok ürkütüyor. Çünkü modernite bitecek, zaten bitti de modernite şimdi uzatmaları oynuyor. Bir hayal alemi yarattı o hayal alemiyle henüz daha devam ediyor hadise.

Birincisi modernitenin bittiğini önce Müslümanlar anlayacaklar. Yeni bir hayat tarzı kurgulayacaklar. Sonra kendi toplumları anlayacak. Bütün toplumsal yapı değişecek dünyada. Bu olmasın diye Müslümanlara adete bu vakte kadar akla gelmeyen senaryolar üzerinde yeni olumsuz roller biçiyorlar. Bir tanesi şu; Afganistan’ın Müslüman olmasından aşağı yukarı 1.200 sene geçmiş, bu 1.200 senede Afganistan’daki sünni Müslümanların nefretini oradaki Buda heykelleri çekmemiş. Sonra Taliban diye bir şey çıkarttılar. Ne oldu zaten içine fitne fesatlık girdi Buda heykellerini infilak ettirip parçaladılar, dediler ki bunlar sanat düşmanı. Batılı insan çok ürktü. Müslümanlardan da ürkenler oldu. Sonra da DAEŞ diye bir şey çıkarttılar. Kendileri de konuşuyor, DAEŞ adamları diri diri kesiyor dediler, senaryo oldu ortaya çıktı. Bu ve bunun gibi hadiseler. Dolayısıyla bu tuzağa düşmeden, kendi kendimize şunu her zaman hatırlayarak hiç unutmayarak.

Eğer bir hadise olduysa o mutlaka “Ol” emriyle olmuştur. Müspet veya menfi.

Müspetleri şükürle, duayla, hamdla karşılarız. Menfileri de düşünürüz. Biz bu hadisenin neresindeyiz, bu hadisede rolümüz var mı veya bu hadisenin ol emriyle olması noktasında bizim ne gibi bir kabahatimiz oldu. Ben böyle bakıyorum dünyaya ve bu bakış bana bir hayat şevki, gücü, neşesi veriyor. Böyle devam ediyoruz.

  • Sizinle sohbet etmek bitmesini isteyeceğim en son şeylerden biri. Ancak sizi daha fazla yormamak adına son olarak TIMEBALKAN aracılığıyla Makedonya ve Balkanlarda yaşayan soydaşlara, Müslümanlara ve vatandaşlara ne söylemek istersiniz?

Onları seviyoruz onlarda bizi seviyorlar. Biz muhabbet üzere halk olunmuşuz. Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl. İnsanlar muhabbeti peygamberimiz (sav) ile tanıdılar. İnşallah bizi tanımayı devam edecekler, biz onlara muhabbet etmeye devam ediyoruz onlarda bize muhabbet ediyorlar bundan eminiz.


Haberlerimize yorumlarınızı bekliyoruz.

REKLAM ALANI
BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ